Adettendir,
Türkiye’de duvarlara yazılan yazıların, yapılan resimlerin üstü hemencecik
boyanır. Hani ilkokulda öğretmenlerimiz, “evinin salonuna da kağıt atıyor
musun?”, “yemek masanızı da böyle kazıyor musun?” gibi, okulun malının sana ait
olmadığını sürekli hatırlatan sorular sorarlardı ya… Sokaklarımızın
duvarlarının da mülkiyeti onları kullanan bizlere değil, devlete, devletin çok
çeşitli, güçlü kuvvetli kurumlarına ait olduğundan üzerlerine siyasi görüş
belirten yazılar bir yana, masum çiçekler çizmek bile ayıp, suç. Duvarları
düşününce akla hep hareket etmeyen, katı, masif, alanları birbirinden ayıran,
ifadesiz yapılar geliyor. Nehir Kovar’ın bir yazısında da dediği gibi, “duvarların bir çeşit duygu tıkanıklığını, donukluğu imleyen
veya tanıklık etmeye elverişli olmayan varlıklar olduklarını çağrıştıran örnekler
var; mesela, ‘duvarların dili olsa da konuşsa, kalbi taşlaşmak, taş olsaydım da
görmeseydim, mahkeme duvarı suratlı, taş olsa çatlardı, seni doğuracağıma taş
doğursaydım’” gibi… Ben de şimdi size bir türlü konuşmasına izin verilmeyen iki
duvardan söz etmek istiyorum. Farabi Alt Geçidindeki duvarlardan…
Her sabah evimden çıkıp bahse
konu alt geçidi kullanarak işe gidiyorum. Geçtiğimiz yılın Ekim, Kasım
aylarından beri alt geçidin duvarlarında bir hareketlilik söz konusu… Önce
çocukluğumuzun MonAmi pastel boyalarının üzerindeki prens figürüne benzeyen
çalışma belirdi Farabi Alt Geçidinde… Gözlerinin yerinde X harfleri vardı,
altında “siyah bitti, adalet şart” yazıyordu; zira ne prensimizin siyah
saçlarını tam boyayabilmiş, ne de henüz adaleti bulabilmiştik. Bir ay sonra
geçitten geçtiğimde prensin kaybolduğunu gördüm. Üzeri bir renk adıyla tanımlanması
çok zor, “kapatıcı bir ajanla” örtülmüş, geriye yalnızca silueti kalmıştı.
Uzun süre alt geçitte graffiti
sanatçılarına ait tek tük küçük imza dışında pek hareket olmadı. Kötü floresan
lambalarla aydınlanan, geceleri pek de tekin görünmeyen, tavan alçıları dökülen
bu geçide az da olsa renk veren arkadaşlar nereye kaybolmuşlardı? Onları
2018’de çektikleri beş parçadan oluşan videolar yardımıyla daha yakından tanıma fırsatı buldum. Neden sonra, yılın ilk
aylarından başlayarak pek ünlü alt geçidimizde tekrar boy göstermeye
başladılar. Tüm geçide kocaman graffitiler, çiçekler, güneşler çizmiş, sabahın
köründe yarı karanlık geçitten uykulu gözlerle işine giden insanları biraz da
olsa uyandırmışlardı.
Diğer gün yine aynı yerde elinde
bir hortum, duvarlara su sıkan bir belediye çalışanıyla karşılaştım. Tazyikli
su resim ve yazıları akıtıyor, belki de üzerleri örtülmeden önce daha az
görünür olmalarını sağlıyordu. Temizlenecek onca alan, tamir edilecek onca
kaldırım, bakımının yapılması gereken onca park, bahçe, yardım edilmesi, hizmet
verilmesi gereken onca insan varken neden geçitteki şekillerle uğraşılıyordu?
Önemli olan şekillerin kendisi değil, temsil ettiğiydi; muktedirlere, yerel yönetim
aygıtına karşı gösterilen bir tür direniş, ayağa kalkıştı; “Ankara da ne gri
şehir” boş inancına vurulan bir darbeydi belki; her kamusal alanın o kadar da
ciddi, öylesine gri, kişiliksiz, ruhsuz, ifadesiz olması gerekmediğinin bir
kanıtıydı… Moral bozukluğu içinde Cinnah Caddesinin karşı tarafına geçtiğimde
dönüp arkama baktım. Gri bir dehliz görünüyordu aşağıda, çamur içinde, mutsuz
bir dehliz.
Tabii, bizim çocuklar yılar mı?
Bir gün geçmedi, graffitiler yeniden belirdi. Bu sefer daha da büyük, daha
renklilerdi; yanlarına kısa yazılar yazılmıştı. Hava karardıktan sonra
çalıştıklarını ve ellerini çabuk tutmaları gerektiğini de düşünürsek çok iyi iş
çıkarmışlardı. Şimdi top karşı tarafta diye düşünürken aynı zamanda belediyenin
yılmadan bu duvarları boyama motivasyonunun nedenlerini de düşündüm. Sonra
araştırdım. TCK’nın 151. Maddesinde mala zarar verme fiili için şunlar
yazıyordu: “Başkasının taşınır veya taşınmaz malını kısmen veya tamamen yıkma,
tahrip etme, yok etme, bozma, kullanılamaz hale getirme veya kirletme”. Buna
göre graffiti, bir kirletme eylemi sayılıyor ve suç teşkil ediyordu.
Fakat bir de Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (FSEK) vardı. Kanuna göre, “sahibinin
hususiyetini taşıyan ve ilim ve edebiyat, musiki, güzel sanatlar veya sinema
eserleri olarak sayılan her nevi fikir ve sanat mahsulleri eser olarak kabul
edilmektedir ve grafitiler FSEK kapsamında güzel sanat eserleri kategorisinde
yer almaktadır”. Yani Türkiyeli bir grafiti sanatçısının deyimiyle “gri dünyaya
renkli yağmurlar yağdıran” graffiti yapma eylemi suç, çıkan ürünse sanat
eseriydi… Örneğin bir kişiye hakaret eden ama özgün sayılan bir şiir FSEK
korumasından yararlanabiliyorsa,
bu çocukların duvarlara çizdiği resimlerden ne istiyorlardı?
Bunları düşünedururken alt geçit
21 Mart ile başlayan hafta tekrar griye büründü. Maç kaç kaç olmuştu? Bu tatsız
‘zafer’ kimin ve neden hoşuna gidiyordu? Bahar bir türlü gelmiyor, yağış alan
kaldırımlar içlerinden su fışkıran birer bubi tuzağına dönüşüyor, arabaların
park etmediği kaldırımlar bu sefer de çamurdan görünmüyor; ama Ankara Kent
Estetiği Başkanlığı renkli boyalara müdahale etmekle uğraşıyordu… Belki de en
acısı, kimsenin sesi çıkmıyordu. Elbette, malum, aklımız başka yerlerde, herkes
bulmakta giderek zorlandığı ekmeğinin peşinde, her geçen gün daha da silikleşen
o tünelin ucundaki ışığı yakalamaya çalışıyordu. Canım tam da burada, üzerimize
bastıran bu aygıtın biraz da olsa vücut bulmuş haline şahit olduğum için
acıyordu.
Bu sırada işe bakın ki, Çankaya’nın
çeşitli muhitlerindeki apartmanlara belediye izniyle dev resimler çiziliyor, şehir renkleniyor, resimlerin altına tanıdık imzalar
atılıyordu; bizim alt geçitse kamu malı olmasının cefasını çekmekteydi…
Kirletmek suçsa o renkli resimlerin üzerini örten gri madde suç değil miydi?
Bir graffiti sanatçısı, resimlerinin üzerinin tekrar tekrar boyanmasından
bıkmış olacak, “siz de renkli boyasanız” yazmıştı alt geçide… Kapatın
resimlerimizi, üzerlerini örtün, ama bari renkli boyayla örtün… Serzenişin de
güzeli olabiliyor.
Şimdi sıra bizim çocuklarda. Maç
adil değil, hakem taraf tutuyor, stadyumda pek seyirci yok, kurallar önceden
aleyhimize yazılmış durumda. Gelgelelim bu bekleyiş ve o kısa geçitte vücut
bulan bu küçücük direniş bile bizlere bir umut oluyor; vazgeçmeyeceğimizin bir
kanıtı olarak orada duruyor. Çünkü aslında, Nazım’ın da dediği gibi, en çok, “ümitten
korkuyorlar Robeson, ümitten korkuyorlar, ümitten”.